Mısır’ın Türk Modeli Takıntısı
[This article was originally written by Hesham Sallam, and published jointly by Mada Masr and Jadaliyya in English on 30 June 2013. It was translated into Turkish by Gülfer Göze.]
Türkiye’deki Gezi Parkı protestolarının başlamasından hemen sonra Mısır halk forumları iki ülkenin durumları arasındaki benzerliklere dikkat çeken çeşitli yorumlara sahne oldu. Bu benzetme, uluslararası medya kuruluşlarının Türkiye’deki protestoları tüm bölgede İslami iktidar partilerine karşı var olan tepkiyle bağdaştırmalarını destekler nitelikteydi. Bunun üzerine, uzmanlar ve araştırmacılar, iki bölge arasındaki farklara dikkat çekerek ve Türkiye’deki bu halk hareketinin ne Arap Baharı’nın bir eklentisi ne de bölgedeki ayaklanmaların ikinci ayağı olduğunun altını çizerek Türkiye’nin neden Mısır olmadığını anlatan açıklamalar yaptılar.
Fakat bu tartışmada gözden kaçan husus, Mısır’daki birçok siyasi öznenin uzun süredir Türkiye’deki demokratik modeli (ya da kullanılagelen haliyle “Türkiye modeli”ni) sahiplenerek onu Mısır’da ortaya çıkmakta olan yeni siyasi oluşumlar için kabul edilir parametreler belirlemek amacıyla kullanmakta olduğuydu. Türkiye ve Mısır’ın birbirinden oldukça farklı siyasi arenaları temsil ettiği ve “Türkiye modeli” ile ilgili olarak Mısır’da süregelen siyasi tartışmaların Türkiye’nin demokratik kurumlarıyla son 30 sene boyunca yürüttüğü dinamik ilişkiye büyük bir haksızlık yaptığı sonucuna varmak pek de zor değil. Yine de, basite indirgenmiş haliyle bile, Gezi öncesi ve sonrası Mısır kamusal söylemindeki Türk modeli tartışmaları, Mısır’da uzun süredir devam eden devrimsel devinim mücadelesinin karakteri hakkında çok şey söylemekte.
Türk modelinin tam olarak neyi temsil ettiği sorusunun cevabı, Mısır’da son iki sene boyunca devrimci ve devrime karşı güçlerin arasında devam eden anlaşmazlıkların nedeni olarak görebileceğimiz önemli bir siyasi mücadeleye de ışık tutabilir. Daha net açıklamak gerekirse, son iki senedir Mısır’daki farklı güç odakları, Türkiye’nin demokratik kurumlarla olan deneyimini bir kısım devrim karşıtı inisiyatifi haklı göstermek ve desteklemek için kötüye kullanıyor. Birçok aktivist, siyasi lider ve yorumcu işte bu yüzden Türkiye’deki protestolar ile iktidardaki Müslüman Kardeşler ile karşıtları arasındaki mücadelenin benzerliklerini bulmaya (ya da aksini ispatlamaya) girişti. Türkiye modelinin Mısır’da son iki yılda yarattığı siyasi mücadele ve uzlaşmaların dikkatli bir okuması, 30 Haziran protestoları ve Cumhurbaşkanı Mohamed Morsi’nin istifası için yapılan çağrılar ışığında 25 Ocak Devrimi’nin destekçilerinin yüzleştikleri zorlukları daha iyi anlamamızı sağlayabilir.
Ordu Sizin için Ne Yapabilir
“Türkiye modeli”nin Hosni Mubarak sonrası kamusal söylemlerdeki ilk dile getirilişi 2011 yazında, askeri liderlerin ordunun demokratik gelişimin dışında kalacağı ve olağanüstü ayrıcalıklara kavuşacağı yeni bir siyasi sistem kurma arzuları dışarıya sızınca gerçekleşti. Örneğin 2011’in Temmuz ayı ortasında Mısır medya kanalları, askeri bir yetkilinin görev başındaki Mısır Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nin (SCAF) “Türkiye modeli”ni uygulamak istediği yolundaki haberleri yayınlıyorlardı: “Türkiye’dekine benzer bir model istiyoruz, ama onu zorla getirmeyeceğiz....Mısır’ın islamcılardan korunmak için buna ihtiyacı var. Bu grubun demokratik olmadığını düşünüyoruz.” Essam Sharaf’ın SCAF destekli hükümetinde başbakan vekili olarak görev yapan Yahya al-Gamal, haftalar öncesinde Mısır’ın “zengin ve muhteşem” olarak nitelediği “Türk anayasal deneyimi”nden yararlanmaya çalışacağını söylemişti.
Al-Gamal`in açıklaması şöyle devam ediyor: "Türk anayasal deneyimi hem halk hem de ülkenin kendisi için güzel sonuçlar doğurdu ve ülkenin ilerlemesine destek oldu. Ülkemizin istikrarı ve birçok alanda gelişimi için biz de bu yolu izlemeliyiz." Bu açıklamadaki ince gönderme tabi ki orduya büyük bir etki gücü ve liderlerine dokunulmazlık sağlayan Türkiye`nin 1982 anayasasınaydı. Hatta birkaç gün sonra Kültür Bakanlığı`nın Türkiye`nin 82 anayasasının çevrilmesi emrini verdiği ve bu belge üzerine orduyu destekleyen görüşleriyle tanınan Yüce Divan yargıcı Tahani el-Gebali ve sonradan Cumhurbaşkanı Morsi`nin kabine lideri olacak Büyükelçi Mohamed Refaa al-Tahtawi`nin katılımıyla bir seminer düzenlediği duyuldu.
Mısırlı otoritelerin Türk deneyimini tekrarlamak istedikleri duyulduğu sıralarda ülkenin siyasi cemiyetlerinde SCAF`ın bir "anayasa üstü prensipler" bütününün kurulması önerisinin desteklenip desteklenmeyeceği tartışılıyordu. Anayasa üstü prensiplerden anlaşılan, ileride anayasayı yazacak yetkililerin herhangi bir anayasa taslağında yer vermesinin zorunlu olacağı hükümlerdi. İleride kurulacak Anayasa Komisyonu`nun Mısır`ın siyasi görüş çeşitliliğini temsil edebilecek yeterlilikte olacağını garantilemek için anayasayı hazırlayacak yetkililerin seçilme kriterlerini belirleme çağrıları da bu prensipleri tamamlar nitelikteydi. Müslüman Kardeşler gibi islamcı gruplar o sonbaharda yapılacak olan milletvekili seçimlerinde dikkate değer başarı sağlayıp yazılacak anayasa üzerinde oldukça önemli bir ağırlık kazanacaklarından, 2011 yazında liberaller bu anayasa üstü prensip önerilerini desteklemeye başladılar. Amaç bu prensiplerin siyasal hak ve özgürlükleri güvence altına alması ve Anayasa Komisyonu`nunda çoğunluğu ele geçiren grup hangisi olursa olsun devletin dinden bağımsızlık özelliğini korumasıydı.
Bu önerilerin su yüzüne çıkmasından hemen sonra anayasa üstü prensiplerin korumayı amaçladığı tek şeyin sivil özgürlükler ve devletin dinden bağımsızlığı olmadığı görüldü. Ağustos ortasında yetkililer, ordunun Türk modeline olan ilgisinin altını tekrar çizerken SCAF destekli hükümetin hazırladığı anayasa üstü prensiplerin orduya gerektiğinde siyasete karışabilmesi için geniş kapsamlı haklar ve hukuki ayrıcalıklar tanıdığı yönünde bilgiler sızdırmaya başladılar. 2011 Kasım ayında, bunlar artık söylenti olmaktan çıkmıştı, zira politikacılar bu önerilerin temelini oluşturan anayasa üstü prensipler bütününü açıkça görüşmekteydiler. “Al-Selmi” olarak anılan belge, ismini bu önerilere destek bulma çalışmalarında başı çeken zamanın Başbakan vekili Ali al-Selmi’den alıyordu. Belge hakkındaki en büyük tartışma orduya “anayasal meşruiyeti koruma” görevini vermesi ve bütçe dâhil tüm askeri meselelerle seçilmiş meclisin değil, çoğunluğu askerlerden oluşan bir Ulusal Savunma Konseyi’nin ilgileneceğini duyurmasıydı. Bunun anlamı, ordunun uzun zamandır kontrolü altında tuttuğu büyük ekonomik imparatorluğun yine seçilmiş kurumlar ve halkın erişiminin dışında kalacak olmasıydı. Başka bir deyişle, Mısırlı yetkililerin aylardır bahsettiği “Türkiye modeli”nin orduyu, temel hesap verme zorunluluğu ve şeffaflıktan uzakta konumlandıran ve seçilmiş kurumların ordu üzerindeki otoritesini kısıtayan model olduğu ortaya çıktı.
İlgi çekici olan nokta bu vizyonun sahiplerinin sadece askeri çevreler ve SCAF destekli hükümet yetkilileriyle sınırlı olmamasıydı. Kendini liberal olarak niteleyen birçok kişi SCAF’nin bu girişimine arka çıktı ve Mubarak sonrası anayasal düzende ordunun siyasi rolünün kurumsallaştırılması için çağrıda bulundu. Örneğin 2011 Temmuz ayında cumhurbaşkanı adayı Hisham Bastawisi, SCAF’nın önerdiği ve aralarında al-Selmi belgesinde bahsedilene benzer şekilde, seçilmiş temsilciler yerine ordu tarafından kontrol edilecek bir askeri yapının kurulmasına yönelik hüküm de dâhil olmak üzere tüm anayasa üstü prensipleri kabul edeceğini açıkladı. Bir ay öncesinde de Hamdeen Sabbahi, seçildiği takdirde yeni anayasayla askeriyenin gücünü genişleteceğini taahhüt etmişti.
Mubarak sonrası Mısır’da, askeriyenin güçlenmesini destekleyenler arasında siyasi güce sahip bir ordunun İslami siyasi akımların artan etkisine karşı en iyi koruma mekanizması olacağı fikrini yayan bir kısım seküler şahıslar bulunmaktaydı. Liberal Demokratik Cephe Partisi’nin lideri Osama al-Ghazali Harb, al-Selmi belgesinin ortaya çıkmasından birkaç ay önce Washington Post’a verdiği röportajda İslamcıların Mısır üzerinde ordudan çok daha büyük bir tehdit oluşturduğunu söylemiş ve orduya “ülkenin demokratik istikrarını garanti altına alma görevi”ni verecek bir anayasanın gerekliliğini vurgulamıştı.
Cumhurbaşkanı Mohamed Morsi’nin seçilmesi ve askeri yönetimin 30 Haziran 2012’de resmen son bulması bu gibi taleplerin ardının kesilmesini sağlamadı. Talepler daha da artarken “Türkiye modeli”ne yapılan göndermeler tekrar gündemin ana maddesi haline geldi. Ordu taraftarı siyasetçiler, 24 Ağustos 2012 tarihindeki “Kardeşler’in egemenliğine son verme” protestoları için çağrılar yaparken al-Destour gazetesi 11 Ağustos’taki sayısının ön sayfasını cumhurbaşkanlığın Müslüman Kardeşler kontrolünde olmasının tehlikelerine ilişkin bir kısım habere ayırdı. Gazeteye göre Müslüman Kardeşler sivil özgürlük ve hakları görmezden gelen yeni bir anayasayı zorla kabul ettirecek ve yüksek askeri liderlik pozisyonlarını kendi taraftarlarıyla dolduracaktı. Haberin iddiasına göre:
Mısır’ın yaklaşan sonunu engellemenin yolu ordu ile halkın birlikteliğinden, siyasi ve askeri liderlerden oluşan bir ulusal kurtuluş cephesinin kurulmasından ve devletin tamamen sivil kalmasının aynı Türkiye’de olduğu gibi askeri koruma ile garanti edilmesinden geçiyor.
Sonuç olarak Mısır siyasi söylemine ilk girdiğinde “Türkiye modeli” Mısır ordusunun olağan dışı ayrıcalıklarını korumasına ve demokratik istikrarı sağlamak adına hesap verme ve şeffaflık prensiplerini göz ardı edebilme hakkına kavuşmasına imkân sağlayacak siyasi bir vizyonu yansıtmaktaydı.
Siyasi İslam Sizin için Ne Yapabilir
SCAF’nin iktidara gelmesinden kısa süre sonra Müslüman Kardeşler “Türkiye modeli”nin Mısır çerçevesinde uygulanışı için alternatif bir vizyon geliştirdi. Mısır’ın en büyük islami grubunun 2011 baharında yeni kurulan partileri için “Özgürlük ve Adalet” ismini seçmiş olması zaten gözlemcilerin dikkatini Türkiye’de iktidarda olan “Adalet ve Kalkınma Partisi” (AKP) ile olan benzerliğe yöneltmişti. Hatta Türkiye Başbakanı ve AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın 2012’de Kaire’de gerçekleşen bir buluşmada latife yaparak Mısırlı Müslüman Kardeşler’den telif hakkı istediği söylenmekteydi.
Mubarak’ın düşüşünden sonra Kardeşler’in AKP’nin hükümet deneyimini büyük bir ilgiyle izlediği çok açıktı. ÖAP’nin Türkiye ile ekonomik bağlarını ve diğer alanlardaki işbirliğini güçlendirme arzusunun yanı sıra, Mısır’da karşı karşıya kaldıkları iktidar sorunlarıyla başa çıkmada stratejiler geliştirebilmek adına da AKP ile temaslarda bulunmak için sıkça Türkiye’ye gidip geliyor olmaları bunun en açık deliliydi.
Kardeşler’in milletvekili seçimleri ve cumhurbaşkanı seçimleri kampanyalarında kullandığı retorik, Mısır’da elde ettikleri başarıların Türkiye standartları ile ölçülmesi gerektiğini gösteren bir perspektif sergiliyordu. 2012’deki iki seçim arasında bir ÖAP yetkilisi partinin programı sayesinde yedi sene içinde ülke ekonomisinin Türkiye’ninkinden daha iyi bir hale geleceğini açıklaması partinin kendine ölçüt olarak Türkiye’yi seçtiğini gösteren örneklerden sadece biriydi. Daha sonraları Müslüman Kardeşler bağlantılı Enformasyon Bakanı Salah Abdel Maqsoud, halk yeni rejime biraz zaman verdiği takdirde Türk deneyiminden çok daha iyi sonuçlara ulaşılabileceğini açıklıyordu. Müslüman Kardeşler, AKP örneğini kendi propagandasına en bariz şekilde 2012 Nisan ayında, neferlerinden Khairat El-Shater’i gelecek cumhurbaşkanı seçimlerinde aday göstereceğini açıkladığında alet etti. Her ne kadar seçim komisyonu El-Shater’i diskalifiye etmiş ve Kardeşler onun yerine ÖAP lideri Mohamed Morsi’yi desteklemekte karar kılmış olsa da El-Shater’in kısa ömürlü kampanyasının komedisi akıllarda kalıcıydı. Kampanyada kullanılan şarkıdaki nakarat, Mısırlılara Mısır’ın “Erdoğan”ının geldiğini müjdeliyordu: “İşte geldi müjde. Yakında tüm dünya şenlenecek. Coş memleketim, çünkü o geliyor... Mısır’ın yeni Erdoğan’ı.”
Türkiye modelinin Kardeşler’e cazip gelen yanı, aslında (aşağıda anlatılacağı üzere) tamamen alakasız olmamakla birlikte, ordunun Türkiye vizyonundan oldukça farklıydı. Kardeşler’in Türkiye deneyimini ele alışı, daha çok hükümetteki AKP ve partinin ekonomik ve bir ölçüde de dış politika konusundaki sözde başarısına odaklanmaktaydı. Türkiye modeli Kardeşler için benzer bir İslamcı partinin bir yandan hem seçmen sayısı açısından hem de siyasi açıdan üstünlüğünü kanıtlama ve kurumsallaştırma zaferini, diğer yandan da ekonomik refah getirme konusundaki “uluslararası tanınır” kimliği sayesinde ideolojik düşmanlarını susturup sindirme becerisini örnekliyordu. Aynı mantık Kardeşler neferlerinden ÖAP lideri Essam El-Erian’ın Temmuz 2011’de Lübnan gazetesi al-Akhbar’da çıkan ve “Türkiye modeli” üzerine fikirlerini paylaştığı makalesinde de dikkat çekiyordu. Makale ilginç bir şekilde Türkiye’deki demokratik deneyimi “Seküler yapı”yı korumak için uygun bir model olarak gören bazı Mısırlı liberallerin o dönemki düşüncelerine—biraz da olsa—cevap niteliğindeydi. El-Erian yazısında Türkiye modelinin birçok destekçisinin “dışlayıcı ve iğrenç bir sekülerlik” getirmeye ve “aslında korumak istenenin seküler kesim, azınlıklar ve yabancı ülkelerin çıkarları iken demokratik siyasi sistemi korumak kisvesi altında askeriyeye siyasi bir rol vermeye” çalışmasını üzüntüyle karşılıyordu. El-Erian’a göre bu fikirdeki kişiler “Türk demokrasisinin hatalarını telafi ettiğini ve demokrasinin doğru uygulanmasının sayesinde Türk sekülerizminin düşüşe geçtiğini unutuyorlar.”
Peki El-Erian için Türkiye modelinin erdemi seküler devamlılığın mirasından kaynaklanmıyorsa nereden kaynaklanıyor? El-Erian, AKP’nin tarihine bakarak Türkiye örneğinin “İslami proje”nin uygulanmasının en iyi yolunun şiddetli ayaklanmalar ve darbeler değil, barışçıl ve demokratik süreçler olduğunu kanıtladığını söylüyor ve Türkiye’nin İslamcılarının inancı yaymadaki sosyal görevleri ve siyasi yaşamdaki rollerini dengeleyerek yaygın destek kazanmadaki başarılarından övgüyle söz ediyor. Ayrıca Türk islamcılarının siyasi başarısını ekonomi politikaları ve “işadamlarıyla başa çıkma,” “şeffaflık ve rekabeti sağlayabilme” ve “tasarruf ve yatırımları teşvik etme” becerileri ile halkın devamlı desteğini garantilemelerine bağlıyor. El-Erian’ın iddiasına göre Türkiye’nin sağladığı istikrar ve tutarlılık, ülkenin kendine önemli bölgesel ve uluslararası roller kazanmasına yardım etti. El-Erian’ın bu makalede belirttiği vizyon iki açıdan farklı. Birincisi, Türkiye örneğini seküler bir zafer olarak sergileyen bakış açısını reddediyor. Mısırlı libarellerin oy desteği yüksek İslamcıların devletin “dinle ayrı” yapısını değiştirmeyi amaçlayan girişimlerine karşı koruma sağlaması planlanan anayasa üstü prensipleri desteklediği düşünülürse, bu bakış açısı çok da şaşırtıcı değil. Diğer bir deyişle, El-Erian’ın vizyonu, Türkiye modelinin—Kardeşlik tarafından şüpheyle izlenen—yaygın seküler temsilini değiştirmeye yönelik bir girişimi yansıtıyor.
Kardeşler’in seküler boyutlarını açıkça ve sertçe reddetmesi başta olmak üzere Türkiye’nin demokratik deneyimi konusunda sergilediği seçicilik, Başbakan Erdoğan’ın Eylül 2011’deki Mısır gezisinde tamamen ortadaydı. Onbinlerce Müslüman Kardeşler destekçisinin başbakanı Kaire havaalanında tezahüratlarla karşılamasına rağmen grubun yetkilileri Erdoğan’ın Mısırlılara seküler bir anayasa öneren sözlerinin ardından sert açıklamalarda bulundular. “Sekülerlik dinsizlik değil, aksine tüm dinlere saygı ve tüm insanlara kendi dinlerini yaşama özgürlüğü demektir” diyen Erdoğan’ın ayrıca kendisi seküler olmamasına rağmen seküler bir devleti yönettiğini ve partisinin İslamcı olmadığını söylediği biliniyor. İroni tabi ki rahatsız edici boyuttaydı: Kardeşler’in “Türkiye modeli” peri masalının baş karakteri, kendinin başını çektiği “başarı öyküsü”nin temel unsurlarını herkesin gözleri önünde reddetmekteydi.
Müslüman Kardeşler sözcüsü Mohamed Ghozlan, Erdoğan’ın sözlerine bunun Mısır’ın içişlerine karışmak için atılmış kabul edilemez bir adım olduğunu söyleyerek itiraz etti. Türk başbakanın Mısır için seküler bir anayasa çağrısını reddeden ÖAP lideri Mohsen Radi “Türkiye modeli”nin Mısır için uygun olmadığını açıkladı. “Ne Erdoğan ne de bir başkası ülkemizin içişlerine karışıp herhangi bir modelin uygulanması için baskı yapabilir” diyen kişi de daha birkaç ay önce Türkiye modeline methiyeler düzen Essam El-Erian’dan başkası değildi. Sonuç olarak, Erdoğan’ın gezisi Kardeşler’in “Türkiye modeli”ni kavramsallaştırırken—din ve siyasetin ayrılması konusuna düşmanca yaklaşan—kendi “yeni Mısır” vizyonunu destekleyebilmek için ne kadar seçici davrandığını gösteren önemli bir nokta idi.
El-Erian’ın Türk modeli vizyonunu başta bahsettiğimiz ordununkinden ayıran ikinci husus, AKP’nin şu anki siyasi üstünlüğünün, oy desteğinin artmasını sağlayan ve siyasi rakiplerini sindiren ekonomik başarısına dayandığı varsayımından kaynaklanıyor. Bu bakış açısı Kardeşler’in ekonomik refahın yakında olduğu ve hükümet karşıtlarının ÖAP’nin sözde rönesansının sonuçlarını vermesini beklemesi gerektiği yorumlarıyla paralel. Aynı mantık Müslüman Kardeşler Genel Mürşidi Mohamed Badie’nin geçen Mart ayında artan grevler, protestolar ve Kardeşler’i çökertme çağrıları üzerine yaptığı açıklamalarda da görülüyor. Mısırlılardan biraz sabır isteyen Badie, 2002’de göreve geldiğinden beri yavaş yavaş “Türk rönesans”ını başlatıp ilerleten AKP örneğini vererek herkesi “Türkiye modeli”ni incelemeye davet ediyor.
Birçok gözlemcinin fark ettiği üzere, ekonomik durumları arasındaki ciddi farklılıklara rağmen Kardeşler ve üyeleri, Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından başarılı bir neoliberal reform olarak sıkça örnek gösterilen Türkiye’nin son zamanlardaki ekonomik deneyimini kendilerine esin kaynağı olarak seçmiş durumdalar. 2011-2012 milletvekili seçimlerine uzanan süreçte AÖP Genel Sekreteri Saad El-Katatny partisi seçildiği takdirde Türk ekonomik örneğini Mısır’a taşıyacaklarını açıklamıştı. Bu yaklaşım Kardeşler’in AÖP’si göreve başladığında da değişmedi. En son Nisan 2013’te Mohamed Morsi liderliğindeki hükümetin finans bakanı al-Morsy Hegazy Mısır için Türkiye’nin uluslararası platformda övgü gören ekonomik reform yapısından faydalanmayı planladığını açıkladı. Bu açıklama Mısırlı hükümetin Uluslararası Para Fonu ile 4,8 milyar dolarlık borç anlaşmasıyla ilgili toplantıları sürerken gelmişti. Şimdiye kadar Mısır devleti ve IMF arasındaki görüşmeler pek şeffaf olmasa ve yerel menfaat sahipleri görüşmelere dâhil edilmemiş olsa da, gözlemciler bu görüşmelerde 25 Ocak Devrimi`nin daha geniş sosyal ve ekonomik haklar isteğinin gerçekleştirilmesini zorlaştırabilecek bir anlaşmanın söz konusu edildiğini tahmin ediyorlar. Kısacası Kardeşler açısından Türkiye modeli, uluslararası finansal kurumların onay ve beğenisini toplamış bir ekonomik “rönesans” sayesinde haklı gösterilen ve destek bulan bir siyasi egemenlik öyküsü etrafında dönüyor.
Türkiye Modellerinin Kesişimi: Halkın Egemenliğinin Karşısında
Ordu ve Kardeşler`in Türkiye modeli ile ilgili sahip oldukları iki farklı vizyon arasındaki gerginlik 2011 yazı ve sonbaharında oldukça belirgindi. Bu dönem boyunca Kardeşler ve İslamcı diğer güçler, SCAF ve “liberal” siyasetçilerin yukarıda bahsi geçen anayasa üstü prensipleri ya da herkesçe bilinen adıyla al-Selmi belgesini geliştirmek için gösterdikleri ortak çabaya karşı ciddi bir muhalefet oluşturdular. Kardeşler askeriyeye karşı düşmanca bir tavır takınarak SCAF`nin anayasayı hazırlayan kişiler üzerinde güçlerini kullanıp halkın iradesini baltalayacaklarını iddia ettiler. Bir noktada, bir sene içinde cumhurbaşkanı olacak zamanın ÖAP lideri Mohamed Morsi eğer al-Selmi belgesi geçerse ikinci bir devrim olabileceğinin sinyallerini verdi. 18 Kasım 2011`de Kardeşler ve destekçileri, Tahrir Meydanında bir milyon kişinin katıldığı bir miting düzenleyerek al Selmi belgesini reddetti ve askeri yönetimin sona ermesi için çağrıda bulundu.
Şimdi hızlıca bir sene ileri saralım: Mısır`ın yeni Cumhurbaşkanı Mohamed Morsi İslamcı olmayan siyasi grupların çoğunluğunun onayını almakta başarısız kalan bir anayasa taslağı için destek yaratmaya çalışıyordu. Daha da önemlisi, bu taslakta Kardeşler’in zamanında karşı çıktığı al-Selmi belgesinden çok da farklı olmayan maddeler vardı. Bunlardan en belirgini, bu taslakla askeriyenin kontrolünün meclis ve halk teftişinden çıkıp askerler tarafından yönetilen Ulusal Savunma Konseyi`ne geçmesi. Kardeşler`in desteğiyle yazılan anayasa ile askeriyenin sivil denetimden arındırılıyor olması Müslüman Kardeşler ve ordu arasında sessiz bir anlaşma olduğuna işaret ediyor.
30 Haziran 2012`de askeri rejimin resmi olarak sona ermesi ve 12 Ağustos 2012`de kıdemli subayların zorunlu emekli edilmesinden sonra bile, Morsi yönetimi ve Müslüman Kardeşler orduya karşı ılımlı yaklaşmak için çok uğraşıyor. Örneğin bugüne kadar hala hiçbir kıdemli askeri lider SCAF`nin egemenliği dönemindeki suçları için yargılanmadı. Morsi, protestocuları işkence altında tutan ve öldüren askeri liderleri açığa çıkaran bir komisyon raporunun sonuçlarını yargıya dökmek için harekete geçmeyi hala reddediyor. Bahsi geçen raporun medyaya sızıp halktan büyük tepki toplamasına, Cumhurbaşkanı Morsi askeri liderleri terfi ettirerek ve ordunun 25 Ocak Devrimi`ni güvence altında tutuşuna methiyeler düzerek cevap verdi. Göreve başladığından beri hiçbir kritik dönem ve olayda askeriyeyi övmeden geçmeyen cumhurbaşkanı, son olarak yine 26 Haziran 2013`te istifasını isteyen ve erken seçim talep eden rakiplerini azarlarken aynı yola başvurdu.
Bir Sene İçinde Bu Kadar Çok Şey Nasıl Değişti?
Yukarıda anlatıldığı gibi Ordu ve Kardeşler için Türk modeli bambaşka anlamlar içerebiliyor. Ordu için Türk ordusunun zaman içinde yitirmediği olağandışı anayasal statüsü hayranlık verici. Kardeşler ise AKP benzeri bir siyasal egemenliğe tutku ile bağlı. Aslında “Türkiye modeli” teriminin Mısır siyasi söyleminde bu kadar çok şey ifade eder hale gelmesinin en büyük nedenlerinden biri tam da bu. Son otuz seneki Türk demokrasisinin zenginliği ve dinamizmi “Türkiye modeli”ne birçok farklı anlam yüklediğinden terim, ordu ve Kardeşler örneğinde olduğu gibi aynı anda bambaşka iki anlama bile gelebiliyor. Bir başka deyişle, Mısır çerçevesinde “Türkiye modeli” terimi, hem halkın egemenliği için ortaya atılan devrimci görüşlere karşı çıkan bir siyasi yapı kurmak isteyen ordu yetkililerinin hem de Kardeşler`in ülkenin zenginliklerine denetimsiz sahip olmak, İslamcı çevrelerin siyasi güçlerini desteklemek ya da ortodoks ekonomik kurallar çerçevesinde eşit paylaşımı gözden çıkarmak gibi çabalarını isimlendiriyor. Mısırlıların bahsettiği bu “Türkiye modeli”nde Türk olan hiçbir şey olmayabilir. Ama ordunun ve Kardeşler`in destekçilerinin özenle hazırlanmış söylemleri sayesinde terim bugün, Mısırlı güç sahiplerinin devrim karşıtı hırslarını açık eden bir anlama bürünmüş durumda. Yani bir diğer deyişle ordu ve Kardeşler Türk Modeli’nin halkı dışlayıcı temsilinde birleşiyorlar.
Bu iki vizyonun birleşimi ya da başka şekilde bakarsak, askerler ve Kardeşler arasında şuanda var olan ortak anlayış ilk işaretlerini Mubarak`ın düşüşünü izleyen devrimci halk hareketlerinden en yoğun olanında vermişti. Muhamed Mahmoud Sokağı çatışmaları (19-24 Kasım) ve al-Qasr al-Einy Sokağı çarpışmaları (16-19 Aralık) sonrasında gerçekleşen geniş gösteriler Kardeşler`in o zamana kadar elde ettiği siyasi zaferleri baltalayacak gibi göründüğünden, milletvekili seçimlerinin zamanında yapılıp yapılamayacağı şüpheliydi. Müslüman Kardeşler kontrol edilemeyen halk hareketlerinin tehlikelerini ve belirsizliğini tam o dönemde fark etti.
Göstericilerin ve devrimci protesto hareketlerinin hedefi askeri yönetim olduğundan Kardeşler SCAF`ye olan karşıtlıklarını törpülemeye başladı. Yeni bir sisteme geçiş döneminin Kardeşler`in 2011-2012 seçimleri için—sırf ülkedeki istikrarlı tek organize siyasi güç olmasından dolayı—garantilediğini düşündüğü oy sayısını riske atabileceği ortadaydı. Dolayısıyla, daha hemen 18 Kasım 2011`de al-Selmi belgesi tartışmasının hemen ardından Tahrir Meydanı`nda askeri yönetimin bitmesi için çağrıda bulunan Müslüman Kardeşler, SCAF karşıtı gösterilerden desteğini çekti ve seçim çalışmalarına döndü. Birkaç hafta sonra, başını Mahmoud Ghozlan`ın çektiği Kardeşler yetkilileri orduya karşı eski düşmanca tavırlarına son verdiler ve geçiş dönemi sonrasında askeri liderlere özel ayrıcalıklar vermeye hazır olduklarına işaret ettiler. Bu, Müslüman Kardeşler ve ordu arasında ortaya çıkmakta olan anlaşmanın ilk açık göstergesiydi. İşte sonradan Mısır`ın şu anki siyasi düzeninin temelini oluşturacak anlayış buradan kaynaklanıyor. Kardeşler`in cumhurbaşkanlığı ve sivil bürokrasiler üzerindeki egemenliği ancak ordunun kalıcı siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarını kabul ettiği sürece mümkün.
Bu anlayışa uzanan yolun engellerle ve anlaşmazlıklarla dolu olduğu su götürmez, ama askerler ve Kardeşler arasındaki prensipteki anlaşmayı kurumsallaştıran 2012 anayasasının da gösterdiği gibi “Türkiye modeli”nin yeni tanımının yeri sağlamlaştı. İronik bir şekilde, Morsi bahsi geçen anayasayı Aralık 2012`de onaylamadan iki gün önce zamanın Adalet İşleri Bakanı Mohamed Mahsoub, Mısır`ın dönüşümünün Türkiye`ninkiyle aynı yolu izlediğini söylemişti. Mısır ordusu ve Müslüman Kardeşler`in “Türkiye modeli” anlayışlarının bir kesişimi olarak tarif ettiğim bu anlaşmanın, daha derin ve yenilikçi değişimlere yönelik halk hareketlerine ve devrim taleplerine bir başkaldırı olarak oluşmuş olması da cabası.
Gezi Parkı, 30 Haziran ve Modellerin Çöküşü
Mubarak`ın düşüşünden sonraki iki seneyi aşkın zamanda Türkiye modelinin öyküsü askerler ve güçlü politikacılar kontrolünde oldukça elit kaldı. Mubarak sonrası yeni sosyal düzenin şartlarını belirlemek için kendi aralarında mücadele ve ortaklık eden güç sahiplerinin devrim karşıtı söylemlerini yansıttı. Halkın egemenliği esaslarına gözleri tamamen kapalı olan bu süreç, 25 Ocak Devrimi`nin taraftarlarını ve yaygın talepleri Mısır`ın geleceğinin dışında bıraktı. Dolayısıyla, “Türkiye modeli” devrimci aktivistlerin nefretle yaklaştığı bir terime dönüştü: dışlayıcı anlaşmalar, bürokratik çürüme, askeri kontrol, elitist politikalar, gerici neoliberal ekonomik düzenlemeler ve sığ demokratik kurumlar. Ne var ki bu denklem Mayıs 2013`te Gazi protestolarının patlak vermesiyle bozuldu. 25 Ocak Devrimi taraftarları, uzun bir süre birbiri ardına gelen liderler tarafından gerici inisiyatifleri desteklemek için kullanılan “Türkiye modeli” pembe dizisinde sonunda özdeşleşebilecekleri bir karakter buldular: halk.
Gezi Parkı protestolarının Mısır için yeni ve ilerici bir “Türkiye modeli” anlayışı getirdiğini söylemek çok ileri gitmek olabilir. Ama aynı zamanda protestoların aktivistlere, güç sahiplerinin Türk deneyimini temsil ediş biçimlerini tepetaklak edebilmek için nadir bulunacak bir imkân sağladığını da söylemek gerek. Gezi protestoları yirmi iki milyon Mısırlının erken seçim isteğiyle katıldığı imza kampanyası üzerine Morsi`yi istifaya zorlamak için yapılan ve Tamarod tarafından düzenlenen 30 Haziran gösterilerinin az öncesiyle çakışıyordu. Devrimci Sosyalistler, Kaire`deki Türk Konsolosluğu`nun önünde Türk protestoculara destek için bu ay düzenledikleri gösteride “Devrim, her yerde devrim, kahrolsun Morsi ve Erdoğan” diye bağırıyorlardı. Mısırlı devrimci gruplar, sosyal medyayı kullanarak Türkiye`deki hükümet karşıtı protestoları Mısır`da oluyormuşçasına yayıyorlardı. Diğer yandan, daha ziyade Başbakan Erdoğan`ın tepkileri ve açıklamalarına yer ayıran ÖAP`nin gazetesi ve resmi Facebook sayfasında Gezi Parkı protestolarını açıkça eleştiren bir ton kullanıldı. Müslüman Kardeşler yetkilileri, AKP ve Türk deneyimini kendilerine örnek edindikleri onca yıldan sonra Türk benzerlerini agresif bir şekilde savunuyor ve Erdoğan`ın Türkiye`de karşı karşıya olduğu şeyin bir devrim değil de tüm bölgeyi içine alan İslamcı Proje`ye karşı kurulan bir komplo olduğu konusunda halkı etkilemeye çalışıyorlardı. Essam El-Erian Türkiye`deki protestolara tepkisini “Manda ve aşağılama darbelerinin arasından İslami bir devlet olarak zaferle yükseleceğiz” diyerek gösterdi. Kardeşler ipin ucundakinin sadece Türkiye`deki taraftarlarının değil, kendi güvenilirliğinin de olduğunu saklamadı. Örneğin Erdoğan`ın 15 Haziran`da Ankara`da yaptığı mitinglerden birinin haberini yapan ÖAP resmi Facebook sayfası, mitingin resimlerinin altına şunları yazdı:
Erdoğan`ın Ankara`daki “halkın iradesine saygı” sloganı altında düzenlenen Adalet ve Kalkınma Partisi destek mitingindeki konuşması. Bazılarına göre destekçilerinin arasından kendi ailesi ve aşiretine vaaz veriyor.
“Aile ve aşiret” (ahly wa ‘ashirati) lafı Cumhurbaşkanı seçildikten sonraki konuşmasında Morsi`nin söylediği talihsiz bir cümleye gönderme yapıyor. Eleştirmenlerin bu cümlenin üstünde durma nedeni, cumhurbaşkanının tüm Mısırlılar yerine sadece kendi destekçilerine (“aile ve aşiret”) seslendiğini göstermek. Belli ki ÖAP`nin Facebook sayfasının yöneticileri için Mısırlıların yargıladığı tek kişi Erdoğan değildi; kendi cumhurbaşkanları Mohamed Morsi de yargılanıyordu.
Daha derin bir açıdan, Gezi Parkı protestolarından sonra Kardeşler ve karşıtları arasında “Türkiye modeli“ üzerine yaşanan savaş, 25 Ocak Devrimi`nin taraftarlarının bugün, 30 Haziran 2013`te, yüz yüze geldikleri zorlukları sembolize ediyor. Tamarod Kampanyasının destekçileri, devrimin beklentilerini boşa çıkarmayacak kökten değişikliklere yol açmak için Cumhurbaşkanı Morsi`yi istifaya zorlarken, “Türkiye modeli“nin Mısır çerçevesinde temsil ettiği tüm devrim karşıtı yapılar ve kurumlarla mücadele etmek zorundalar. En önemlisi, yukarıda bahsedilen subaylar ve Kardeşler arasındaki anlaşmayla karşı karşıya durumdalar. Makalede açıklandığı üzere bu anlaşmanın oluşumu birbiriyle yarışan iki farklı Türkiye modelinin bağdaşlaştırılmasıyla gerçekleşmişti. Bu açıdan 30 Haziran gösterilerinin yükselttiği talep, Müslüman Kardeşler ve ordu içindeki ortaklarının Mısır`ın başına sardığı “Türkiye modeli“ni tepe taklak etmek olarak okunabilir
Fakat devrilen modelin ardından ne gelecek?
Müslüman Kardeşler yönetiminin karşıtları üstü kapalı ve üstü açık şekillerde ordunun müdahale etmesi ve protestocuların tarafını tutması gerektiğini söyler ya da en azından umut ederken, akıllardaki soru şu: Kardeşler ve askerler arasındaki anlaşmanın yerini ne alabilir? Devletin sonunda halkın ekmek, özgürlük ve sosyal eşitlik çağrılarını dikkate alacağı bir sosyal yapı mı? Ya da ordu ile yeni bir sivil yapının al-Selmi belgesi benzeri çeşitli dışlayıcı anlaşmalar üzerinden Mısır’ı yönetmeye devam ettiği yeni ve en az diğeri kadar gerici bir “Türkiye modeli” mi? Belki de 30 Haziran’da sokaklara dökülenler tekrar başladıkları noktaya dönmeyi reddedecekler. Belki tüm Türk modellerine karşı çıkacaklar.
[Bu makale Mada Masr ile ortak yayınlanmıştır. Metnin İngilizcesi`ne buradan ulaşılabilir. Gülfer Göze tarafından türkçe tercüme.]